Devlet Haset Olur mu?

Abone Ol

Türkiye’nin siyasi yönetim şekli ve tecrübesinin temelleri, 1877 yılında ilk meclis tecrübesiyle parlamenter sistem üzerine başlamıştı.

İlk parlamentoda, Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan olmak üzere iki meclis yer almakta, Meclis-i Ayan üyeleri padişah tarafından hayat boyu sürecek bir yetki ile tayin edilmekteydi.

Meclis-i Mebusan üyeleri ise halk tarafından dört yıllığına seçiliyordu.

1920 yılında Ankara’da toplanan meclis ise yürütme, yasama ve yargı erklerini bünyesinde toplamış, 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile de yürütme ve yasama arasında bütünlük oluşturan parlamenter sistem uygulanmaya başlamıştı.

Tek parti iktidar düzenine göre yapılan düzenlemeler, 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve 1960 yılına kadar süren siyasal iktidar süreciyle birlikte, 1924 anayasasının olağanüstü yetkilerini kullanımıyla sorunlar başladı..

1961 Anayasası ile getirilen sistem, icra makamlarının gücünü azaltan, yasama ile yürütmenin arasındaki mesafeyi artıran bir sistem olarak kurulmuş, meclisin yanında senato oluşturularak, adeta 1877 yılına dönüş yaşanmıştı.

Tabi buradaki amaç halkın temsilcilerinin önünü kesmek, yetkilerini kısıtlamak, yapacakları yasal değişikliklere engel oluşturarak, kendi egemenlik tanımlarına uygun yönetim tarzı ile ülkeyi idare ederek, “iktidar olmadan muktedir olmak” gibi çabalardı..

Kısaca; 1877’de Padişah’ın atadığı Meclis-i Ayan yerine, Cumhurbaşkanı’nın atadığı senato…

Gelelim 1982 anayasası ile kurgulanan parlamenter düzene.

1961, 1971 ve 1980 ihtilali ile anlaşılan bir gerçek ki, halk temsilcilerini ısrarla başlarında istiyordu!

O halde bu isteklere cevap veren ancak daha sıkı denetlenen bir yapı kurularak, cumhurbaşkanının konumu daha da güçlendirildi. Daha özerk yapılar ilave edilerek yürütmenin karar verme alanlarını daraltma çalışmaları hayata geçirildi.

1983 yılında ANAP’ın iktidara gelmesi ve merhum Özal’lı yılların başlaması, siyaset kurgulayıcıların hesaplarının yine tutmadığını gösterdi. Özal’da referanduma doğru yol alan “Başkanlık Sistemi” konusunu gündeme getirmiş, ülkenin siyasal yapılarında, yönetim şekillerinde radikal değişimlerin ihtiyacının olduğuna inanmıştı.

Sonrasında, 50 yıllık siyasetçi ve 9.Cumhurbaşkanı olarak Merhum Süleyman Demirel’in de “Başkanlık Sistemi”ne yönelik söylemlerini, savunmalarını biliyoruz…

***

Gelelim günümüze..

Bilindiği ve yaşandığı üzere 2007 seçimlerinden hemen önce yapılan bir anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından ve 5 yıllık süre için seçilmesi öngörülmüş, değişiklik TBMM’nde 367’nin altında kalınca da referanduma gidilmesi kararı alınmıştı.

Sonrasında, 2007 Genel Seçimlerinden önceki parlamento tarafından kabul edilen anayasa değişikliği referanduma gitmiş ve halk da bu değişikliği onaylamış ve ilk kez doğrudan cumhurbaşkanı seçimi 2014 yılında yapılmıştı..

Belki, 2007 seçimlerinde, 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’e karşı verilen karşı mücadele olmasaydı, 367 dayatması yaşatılmasaydı, vesayetçi kafalar bugünleri öngörebilseydi, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesine dair anayasa değişikliği olmayacaktı..!

Ve, çok partili demokratik hayatımızın başlangıcından itibaren belli kesimler tarafından arzulanan ama bir türlü gerçekleştirilemeyen değişim(!) süreci, AK Parti ve Devlet Bahçeli birlikteliği ile buraya kadar gelmeyecekti..

Özellikle bizim siyasi partiler yasamız, hala olması gereken demokratik seviyeye ulaştırılmamışken, parti içi demokrasinin olmadığı tartışmaları devam ediyorken, parti üst yönetimlerini hala partide kayıtlı üyeler veya seçmen halk değil de, parti lider ve yöneticileri belirliyorken…

Milli irade bu işin neresinde?

Hem de halk, daha kendi vekillerini dahi belirleyemezken..!

Ve geçen zaman içinde, “Başkanlık Sistemi” adı verilmese de, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı ile yeni bir dönem başladı ve devam etmekte...

Şimdiye kadar yeni sistemin getirdikleri, geri götürdükleri hala tartışılsa da, görünen o ki bu sistemde değişiklik olmadığı takdirde bitecek gibi de durmuyor.

TBMM ve üyeleri olan millet vekillerinin parlamento siyaseti içindeki etkileri, katkıları neredeyse kalmadı!

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte getirilen yeni bürokratik “Başkanlıklar” aracılığı ile meclisin etkisi, milli iradenin, demokrasi ve cumhuriyetin uygulanabilirliğine yönelik tartışmalar da malumunuz.

Siyaset sahnesinde görünen ve görünmeyen, ama 1877 sürecine ve hatta öncesine dair hazımsızlıkların, öç almaların, hesap sormaların, kişiler ve isimler dışında bir hesaplaşma haline büründüğünü düşünüyoum...

Hülasa;

Kişiler haset ve kıskanç olabilir ama kurumlar ve özellikle devlet haset olabilir mi?

Bunun cevabından önce, Nihat Hatipoğlu’nun 2013 yılındaki bir yazısından alıntı yapmak istiyorum:

“Haset ve kıskanç insan;

Ya kişiye olan düşmanlıktan dolayı; ya kibirden dolayı.

Ya Allah’ın taksimini reddetmekten dolayı.

Ya liderlik sevdasından dolayı.

Ya yükseleni çekememe hastalığından dolayı.

Ya herkesi lekeli görme dileğinden dolayı.

Ya sevdiği bir kişiden daha yüksek birini, kabullenememekten dolayı.

Ya kalbinde şeytani hisler katmerleştiğinden dolayı.

Ya pozisyonunun kaybolacağı duygusundan dolayı.

Ya elindeki mal-mülk ve makamın başkasına gideceği korkusundan dolayı.

Ya tevekkül anlayışında zafiyet olduğundan dolayı.

Ya da kontrol altında tuttuğu insanların başka yere kayacağı korkusundan dolayı, kıskanır ve haset eder.

Kısacası, haset edenin kadere, Allah’ın taksimine, Allah’ın hükmüne ve Allah’ın iradesine itirazı vardır.

Mesele bu kadar açıktır.

Hasetçi, leke atar, iftira atar, tezgâh kurar, çamur atar, düzen kurar, arkadan vurur, zafiyet anı bekler, takılanı tekmeler, düşene abanır, ölçüsüzdür, abartılıdır.

İmanını nefsine kurban etmiştir. Ondan insaf bekleyemezsin.

Çünkü hasetçinin hasedi, Allah’adır.

Böyle birine karşı “Allah’ım beni koru” demekten başka bir şey yapamazsın.

Bir de; haset eden, haset ettiğinde hayırlı bir iş yaptığına inanıyorsa, yani inandığı bir şey için bunu yapıyorsa hakikaten Yüce Rabbin korumasına sığınmaktan başka çareniz yoktur.”

***

Bazı insanlar da, kendileri hoşgörüyü unuttukları gibi, affedici olmayı da unutuyorlar.

Kendilerinin hatalarının affını talep ederlerken, kendi yaptıklarının sonuçlarını başkalarına yüklemeyi, onları düşmanlaştırmayı ama hatalarını da sürdürmeyi yeğliyorlar.

Hz. Mevlana’nın da öğütlerindeki gibi, başkalarını ısıtmada güneş gibi olmak, nedense hiç işlerine gelmiyor ve sadece kendilerinin ısınmalarını bekliyorlar..

’Diyelim ki mevkiiniz, itibarınız, imkânlarınız var, belli bir makamdasınız. Hasetten yaka silkiyorsunuz. Her şeyi bırakır da dağdaki mağaraya çekilseniz bile hasetçi sizin peşinizi bırakmaz. Çünkü ondaki bu hal bir hastalıktır.

Tedavisi mi?

Hasetçinin bu hastalıktan kurtulmak için tövbe etmesi, tevekkül etmesi ve günün birinde her nimetin son bulacağını düşünmesi lazım..

Siz de, bir kez daha.. Bir kez daha.. Bir kez daha düşünün!

Devlet “haset” olur mu?