ÖLÜM ALLAH’IN EMRİ, AYRILIK OLMASAYDI…

Abone Ol

Öğrenmenin yaşı yokmuş gerçekten. Mesela; “burnunun direğinin sızlaması”, “gırtlağın dokuz boğum olması”, “yüreğine ateş düşmesi” sözlerinin mecazi terimler değil bilakis maddi dünyada fiziki karşılığı olan ifadeler olduğunu ben 42 yaşında bizzat tecrübe ederek öğrendim.

13 Ekim Pazartesi akşamı, yoğun geçen bir günün ardından ofiste işlerimi bitirmiş dinleniyordum. Saat 21:10’da annem aradı, babamın rahatsız olduğunu söyledi ve hastaneye götürmemi istedi. Hemen toparlanıp çıktım. Şirintepe’de oturdukları eve gittiğimde babamın nefes almakta ve yürümekte zorlandığını gördüm, hastaneye benim götürebileceğim bir durumda olmadığını anlayıp hemen ambulans çağırdım. 5 dakika geçmeden ambulans geldi ve babamın bir koluna ben bir koluna da sağlık görevlisi girdiği halde ambulansa bindirdik. Ambulans Sopalı Hastanesi’ne doğru yola çıktı ben de annemle beraber peşinden takip ettim.

Ambulans, Çenesuyu’ndan D-100’e bağlandı, Derince Liman ışıklarına yaklaştığında birden sirenlerini çalmaya başladı ve hızlandı. Ben ambulansın önünü açmak için sirenlerini çaldığını düşündüm ama yine de ambulans hızlanınca ben de hızlandım ve tampon tampona sayılacak bir vaziyette takip ederek ambulansla birlikte Derince Eğitim Araştırma Hastanesi’nin Acil Servisi’ne girdik.

Acil Servis’in kapısına geldiğimizde güvenlik görevlisine az önce ambulansla gelen hastanın yakınları olduğumuzu söyledik. Güvenlik görevlisi son derece nazik bir şekilde biraz beklememizi ve görevlilerin açıklama yapacağını söyledi. Ancak yüz ifadesinden ve konuşma tarzından bir problem olduğunu hissettim, yine de anneme belli etmemeye çalıştım. Az sonra acil servis doktoru geldi, babamın ambulansta kalbinin durduğunu, geri getirdiklerini söyledi ve “ancak” diye devam etti. Ben doktorun “ancak” dediği kısma kadar önce endişelenip sonra rahatlar gibi oldum. Çünkü izlediğimiz bütün filmlerde hastanın kalbi durduktan sonra elektro şok cihazıyla tekrar çalıştırıldığında hasta normal yaşamına devam ediyordu.

Ama gerçek hayatta işler filmlerdeki gibi yürümüyormuş. Kardiyak arrest denen bu durumda, yani hastanın kalbinin durduğu süreçte hayati organlar özellikle beyin oksijensiz kaldığı için ciddi hasar oluşuyormuş. Babamda da aynı durum olmuş. O güzel kalbinin durduğu süre boyunca kan ve oksijen gitmediği için beyin ciddi hasar görmüş. İşte doktorun “ancak” diye devam ederek anlattığı kısım tam olarak buydu.

Babam ambulanstan indirildiği andan itibaren bilinci kapalı olarak bir hafta daha yoğun bakımda kaldı. Yoğun bakımda kaldığı süre boyunca her akşam gidip gördük, şifa bulması için başında dua ettik. Doktorları bize “Allah’tan umut kesilmez “ diyorlardı ama hem yüz ifadeleri hem de beden dilleri babamın hastaneden çıkmayacağını söylüyordu.

Ben o bir hafta boyunca her gün babamın e-devlet hesabından e-nabıza girip tahlil sonuçlarına baktım. Tahlil sonuçlarını ChatGPT’ye yükleyerek yorumlamasını istedim. ChatGPT her defasında babamın kurtulmasının mucizelere bağlı olduğunu söylüyordu. Biz ise her gün o mucizenin gerçekleşmesi için dua ettik. Ama ne kadar dua edersek edelim sonuçta hayatın tek değişmez gerçeği var ve bu gerçek hem babam hem de bizler için tahakkuk etti. Kur’an-ı Kerîm’in ferman ettiği gibi; “Kullu nefsin żâ-ikatu-lmevt(i)(s) śümme ileynâ turce’ûn(e)”

21 Ekim sabahı babamın vefat haberi geldi. Şehir dışından gelecekler yetişebilsinler diye cenazeyi bir gün bekletmek durumunda kaldık.

22 Ekim sabahı, babamın yıkanmasına ben de iştirak ettim. Tıpkı uyuyan masum bir bebek gibiydi. O güzel yüzünü ve ayaklarını kendi ellerimle ben meshettim.

Babam, hayattayken hiçbir konuda hiç kimseye eyvallah etmeyen biriydi. Bir yere gideceği veya bir şey yapacağı zaman ben yardım teklif ettiğimde dahi çoğunlukla kabul etmezdi. Ben metazori kabul ettirirdim. Babamın bu eyvallah etmemesi hayatına öyle sirayet etmiş ki, vefat ettiğinde cenazesini dahi hiç kimseye taşıtmadı. Babamın meslektaşları olan emniyet tören ekibinde görevli polis memurları taşıdılar babamın cenazesini.

Babamı kabre kendi ellerimle yerleştirdim. Kabrin tahtalarını yerlerine ben sabitledim. İlk toprağı üzerine ben attım. Cenaze sonrası cemaat dağıldıktan sonra telkin duasını (bazıları talkın der) kendim okudum. Ardından bir tanesi bir grup arkadaşımla birlikte bir tanesi de tek başıma olmak üzere hatimleri kendim okudum. Hala okuyorum.

Bizler Allah’a, ahiret gününe ve kadere inanan insanlarız. Ölüm hep hayatımızın bir parçası oldu. Babamın vefatının üzerinden de 40 gün geçti. Her ne kadar iman da etsek, kadere boyun da eğsek bütün bunlar hasrete mani olmuyor. Ara sıra gündelik hayatın sıradanlığında kaybolsam da, bugün hala babamla alakalı bir olayı hatırladığımda, bir eşyasını gördüğümde, bir kağıt parçasına kendi o güzel el yazısıyla yazdığı sıradan bir notu elime aldığımda hala gırtlağım dokuz boğum oluyor. Hala evde otururken sanki her an yan odadan içeri girecek gibi hissediyorum, onun o güzel adımlarını attığı sokaklarda gezerken sanki her an denk gelecek de onu arabaya alıp gideceği yere bırakacakmışım gibi hissediyorum.

Babam torunlarına, torunları da babama çok düşkündü. Çocukların kursta veya evde yaptığı herhangi bir şeyi videoya aldığımda veya fotoğraflarını çektiğimde hala içimden “Şunu babama atayım O da görsün” diyorum. Sonra acı gerçeği hatırlıyorum.

Kader hak, ölüm hak ama kader ve ölüm kadar özlem de hak. Hele ki özlenen melek meşrep bir insan ve mükemmel bir babaysa… Öyle inanıyor ve umut ediyorum ki ahirette, o ölümün olmadığı ebedi hayatta babamla tekrar kavuşup ebediyen yine birlikte olacağız. Zaten merhum babamın adı Benki. Bu adı kim duysa tuhaf karşılardı. Rahmetli dedem askerden döndükten sonra doğmuş babam ve adını da komutanının adı olan Bengi koymuş. Nüfus memuru da kaydederken Benki diye kaydetmiş ve öylece de kalmış. Bengi Öz Türkçe bir kelime ve anlamı “ebedi” demek.

Cenab-ı Allah, Benki babamı o ebedi alemde ebediyen Cennet ve Cemalullah ile şerefyab etsin. Kabri pür nur olsun, Cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.

Aziz ruhuna El-Fatiha…