Her kayıptan sonra acılarımızı paylaşmakla yetiniyoruz. Oysa bu acı, sadece birkaç gün süreyle değil, bir toplum olarak her zaman derinden hissetmemiz gereken bir sorumluluk. Yıllardır aynı şeyi yaşıyoruz. Uçak düşer, 20 asker hayatını kaybeder, başsağlığı dilenir ve bir süre sonra bu konu gündemden düşer. Ama hep aynı sorular havada kalır: Ne değişti? Hangi adımlar atıldı?
"20 şehit, 20 evlat kaybı..." Yine bir sabah, bu cümleyi bir kez daha duydum. Aynı üzülmeler, aynı hüzünlü görüntüler… Ama her kayıptan sonra değişen tek şey, birkaç günlük televizyon yayınları ve sosyal medya paylaşımları. Gerçekten bu kadar mı alıştık? Gerçekten bu kadar mı sıradanlaştı?
Peki, helva kendi evinizde kavrulmadığı için mi canınız yanmıyor? Belki de hepimiz bu acıyı biraz fazla uzaktan izliyoruz. "Birileri" orada hayatını kaybederken, "bizim" evlatlarımızın başına gelmediği sürece bu kadar kayıptan etkilenmiyor muyuz? Eğer bu şehitlerin yerinde bizim çocuklarımız olsaydı, acının boyutu farklı olur muydu? Tabii ki olurdu. O zaman bir soru daha geliyor: Bu kayıplar, ne zaman gerçek anlamda bizim sorunumuz haline gelecek?
Yıllardır aynı senaryo… Bir uçak düşer, kayıplar verilir, sonra bir süreliğine üzülüp geçeriz. Ama o 20 tabutun ardından kalacak olan, kaybolan evlatlardır. Bunu sadece birkaç gün hatırlayıp unutmak, bir toplum olarak sorumluluğumuzu yerine getirmemek değil midir?
Hangi kaybın ardından gerçekten harekete geçeceğiz? Bir sonraki kazaya kadar, başsağlığı dilemek yetmeyecek. Kayıplar ardında sadece hüzün değil, bir hesap sorma, bir sorumluluk duygusu da bırakmalı. 20 şehit, 20 evlat kaybı… Bu acının bizim için anlamı ne kadar derin? Gerçekten bir şeyler değişsin istiyorsak, sadece "yazık olmuş" demekle yetinmemeliyiz. Sorun, bir kaza olmaktan çıkmalı, toplumsal bir yara hâline gelmeli.
Artık bu kayıplar durmalı. Ve durması için hep birlikte sorumluluk almalı, sadece kayıpların ardından değil, öncesinde de doğru adımlar atılmalı.