Çetin Çıldır'ın Köşe Yazısı
Son dönemlerde sıkça gündeme gelen iki kelime üzerinden bir analiz yapalım. Yerli ve milli olmanın neresindeyiz?
Sadece iki bakanlığımızın isminin başında MİLLİ ifadesi geçiyor. Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı isminin başına MİLLİ koyduğumuz, bu bakanlıkların ne kadar milli politikalarla yönetildiği konusunu biraz irdeleyelim.
Önce bardağın dolu tarafından başlayalım. Uzun yıllar tamamı NATO ülkelerinden ithal edilen, keyfi kararlarla canları isteyince verdikleri, sıkıldıklarında ya da istemedikleri işler yaptığımızda kestikleri silahlarla ordumuzu donatmaya çalıştık. 1974’de Kıbrıs Barış Harekâtı bu gerçekle ilk kez yüzleştiğimiz, ABD ambargosu sonucunu doğurdu. Parasını ödediğimiz silahların ve mühimmatların teslim edilmediği bir dönem yaşadık. Bu durum devletin Milli Savunma stratejilerin gözden geçirilmesi ve bugün sonuçlarını almaya başladığımız Milli Silah teknolojisinin ilk adımlarının atılması sonucunu doğurdu.
1975 yılında Aselsan, 1984 TAİ, 1988 yılında ise Roketsan kuruldu.
Makina Kimya Endüstrisi kurumunun modernizasyonu gerçekleştirildi.
Son yıllarda özel sektörün de desteklenmesi, bu alanda önemli atılımların önünü açtı. Son Afrin operasyonunda Almanya’nın leopar tankları ile ilgili açıklamaları ise geçmişte yaşadıklarımızın hatırlanmasını sağladı. Süper güçlerin silah teknolojisini göz önüne aldığımızda belki yolun başındayız ama o yola girdiğimiz ve yol aldığımız da gerçek. Bu yolda Aselsan çalışanlarına yapılan suikastlar, Isparta’da düşen uçakta kaybettiklerimiz bilim insanlarımız da unutmamamız gereken şehitlerimiz. Yaşadığımız coğrafyanın şartlarını değerlendirdiğimizde, yapılan çalışmaların hayati önemde olduğunu görüyoruz. Afrin operasyonunu, İsrail’in sınırlı miktarda verdiği, kontrolünün onlarda olduğunu bildiğimiz HERON’lar ile yapsaydık kaç şehit verirdik?
Milli Savunma Bakanlığı, isminin önünde ki ‘Milli’ sıfatına uygun işler yapmakta ve bu sıfatı hak etmektedir.
Gelelim Milli Eğitim konusuna...
Öncelikle milli olma konusu bir inceleyelim. İsimler üzerinden gittiğimizde ilginç bir durumla karşılaşıyoruz.
1923-35 yılları arasında Maarif Vekaleti
1935-41 yılları arasında Kültür Bakanlığı
1941-50 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı
1946 yılında ilk kez Milli Eğitim Bakanlığı ismini kullanmaya başlıyoruz. Geçtiğimiz günlerde Milli Gazete bir iddia ortaya çıktı. Bu iddia daha önce de çeşitli isimler tarafından açıklanan (İnternette bulabilirsiniz) ‘Fulbright Komisyonu’. 1947 yılında ABD ile yapılan gölge Milli Eğitim Bakanlığı gibi çalışan bir komisyondan ve anlaşmadan söz ediliyor. İddiaya göre 4 Türk, 4 ABD’li sekiz üye ve Amerikan Büyükelçisi’nin başkanlık ettiği bir heyet, imam hatipler dahil tüm ilk ve orta öğretimin müfredatının bu komisyon tarafından hazırlandığı iddia ediliyor. Anlaşma tarihi ve Maarif Vekilliğinden Milli Eğitim Bakanlığı’na geçiş aynı dönemdedir. Bu durumda eğitimi Fulbright Komisyonuna emanet ettiğimiz dönemde adını Milli Eğitim Bakanlığı yapmışız. İster iddia ister komplo teorisi deyin iktidar, muhalefet siyasetten tık yok. Bu durumda vatandaş olarak bizi şüpheci yapıyor.
Milli olduğu tartışılan kurumumuzun, eğitim performansı ise içler açısıdır. Uzun yıllardır yaptığımız tüm sınavlar FETÖ operasyonları sonrası tartışmalı hale geldi. Özetle eğitmeyi başaramadığımız insanların değerlendirildiği sınavlar da şaibeli. Çürümeyi ve çözümlerini incelediğimizde ise şöyle bir tarihçe çıkıyor.
1983 yılında Anavatan Partisi tek başına iktidar oldu. Uygulanan liberal ve dünyaya açık olduğu iddia edilen politikalar büyük bir toplumsal dönüşüme yol açtı. 1990 yılında ilk özel televizyon kurulma izni ile Star1 yayına başladı. Bu kanalın haberlerinde 50 yaş üstü insanların hafızalarına kazınan pazarcılık yapan öğretmen görüntüleri eğitimdeki çöküşümüzün başlangıç noktasıdır. Cumhuriyet’in kuruluşundan o döneme kadar toplumun itibarlı ve nispeten iyi ücret ve hayat standarttı verdiğimiz öğretmenlerimiz için yeni bir dönem başlamıştı. Rahmetli Turgut Özal’ın bu görüntülere yaptığı “Benim memurum işini bilir” sözü tarihe geçmiştir. Bu durum ise nitelikli öğrencilerin eğitim fakültelerini tercih etmemesi sonucunu doğurmuştur. Önce öğretmen kalitesi düşmeye başlamış sonuçta da eğitimin kalitesi hızla düşmüştür. Sonrasında koalisyon dönemleri başlamış sürekli değişen Milli Eğitim Bakanları ve politikaları ise çöküşü hızlandıran bir sonucu doğurmuştur.
2002 yılında tek başıma iktidara gelen Ak Parti, milli eğitim politikaları açısından bir şans olabilirdi. Daha gelişinde uzun yıllar iktidarda kalabilecek bir görüntü vardı. Sonuçta da bir nesli yetiştirecek kadar iktidarda kaldılar. 2002 yılında ilkokula başlayan çocuklar bugün üniversiteden mezun oluyorlar. Bu dönem sınav skandalları, sıkça değişen sınav sistemleri 5+3+4, 4+4+4 gibi eğitim yılları ile oynanan bir sonuç alınamayan değişikliklerle boşa harcandı. Eğitim uzun vadeli planlanması ve istikrarlı olarak uygulanması ile sonuç alınabilen bir konudur. Bozulma ANAP iktidarında öğretmenlerin itibar ve ücretleri ile oynanarak başlamıştır. Düzeltme de buradan başlamalı, öğretmenlik itibarlı ve iyi kazanan bir meslek haline getirilmelidir.
Başkanlık sistemi, eğitim açısından bir şans olabilir. 85 yılda 63 Milli Eğitim Bakanı görev yapmıştır. 1,5 yıl ortalama görevde kalamayan bakanlarla eğitimde istikrarlı bir sistemi hayata geçirmek mümkün değildir. Bir de her gelenin damga vurma adına sisteme müdahale ettiğini de göz önüne alırsak, başarısızlığın sebeplerini anlayabiliriz.
SON SÖZ;
Her gelen iktidarla sıkça değişen Milli Eğitim Bakanları ve politikaları yerine, iktidarlar değişse bile değişmeyen Milli Eğitim Bakanları ve politikaları oluşturmalıyız. Sadece bir konu milli ve yerli olacaksa, bu milli eğitim sistemi olmalıdır. Ülkenin geleceğe umutla bakmasının tek yolu budur.