İnsan zihninin kıyaslama yapması, sandığımızdan çok daha temel bir mekanizmadır. Beyin, çevreyi anlamlandırabilmek için sınıflandırır, kategorize eder ve bunu yaparken kaçınılmaz olarak karşılaştırmaya başvurur. Bir nesnenin uzun ya da kısa olduğunu, bir davranışın doğru ya da yanlış sayılabileceğini değerlendirebilmek için mutlaka bir referans noktasına ihtiyaç duyar. Bu nedenle kıyaslama, zihnin çalışma prensiplerinden biridir; adeta bir bilgisayar sürecinin parçası gibidir.
Ancak bu doğal mekanizma, insanın kendisini başkalarıyla ölçmeye başlamasıyla bambaşka bir yere evrilir. Kendimizi başkalarıyla kıyaslamak, çoğu zaman destekleyen ve geliştiren bir süreç olmaktan çıkar; kişinin kendisiyle kurduğu duygusal bütünlüğü zedeleyen bir bakışa dönüşür. Sürekli kıyaslayan zihin, kişiyi yetersizlik duygusuna sürükler; başarıyı, değeri ve anlamı başkalarının hayatları üzerinden ölçmeye başlar. Kendi gelişim yolunu, kat ettiği mesafeyi görmezden gelir.
“Aynı yaştayız ama o ev aldı, ben alamadım.”
“En azından onun gibi çirkin değilim.”
Kıyaslama bazen bizi başkalarından daha iyi görerek geçici bir rahatlama sağlarken, bazen de başkalarına göre yetersiz hissettirdiği bir noktaya taşır. Her iki durumda da zihnin merkezinde yine biz değil, başkaları vardır. Haset, kıskançlık, değersizlik duygusu ve depresif bir ruh hali çoğu zaman bu döngünün hemen ardından gelir.
Peki bu kıyaslama hali nasıl başlar?
Pek çoğumuz çocukken kardeşimizle, komşunun çocuğuyla, kuzenimizle kıyaslandık. “O daha çalışkan, sen daha akıllısın” gibi cümlelere maruz kaldık. Çocuklukta dışarıdan gelen bu kıyaslayıcı ses, yetişkinlikte içselleşir ve bir tür içsel ebeveyn haline gelir. Aradan yıllar geçse de, hayatımızı başkalarının hayatları üzerinden değerlendirmeye devam ederiz.
Madem kıyaslama bu kadar doğal bir mekanizma, ondan tamamen kurtulmamız mümkün mü? Büyük ihtimalle hayır. Ancak kıyaslamayı bütünüyle ortadan kaldırmak mümkün görünmese de, yönünü değiştirmek mümkündür.
Kendimizi başkalarıyla değil, kendi bir önceki versiyonumuzla kıyaslayabiliriz. Nereden nereye geldiğimizi fark edebilir, kat ettiğimiz adımları görebiliriz. Çünkü herkesin hikâyesi kendine özgüdür; biriciktir ve öznerdir.
Dışa bakan rüya görür, içe bakan uyanır.
İçe bakmak, kendini başkalarıyla yarıştırmak değil; kendini kendi geçmişinle yan yana koyabilmektir. “Başkalarından geride miyim?” sorusu yerine, “Ben nereden nereye geldim?” sorusunu sorabilmektir. Asıl gelişim de tam olarak burada başlar.
Kendi özgün hikâyemizi yazabilmek, zihnin kıyaslama hapishanesinden çıkmanın belki de tek gerçek yoludur.