Uğur Ulusoy'un Köşe Yazısı...
Kocaeli bir zamanlar emek hareketinin kalbiydi.
Fabrikaların kapılarında, meydanlarda ve işyerlerinde dayanışma nefes gibi hissedilirdi.
Sendikacılık bir unvan değil, onurlu bir mücadeleydi.
İşçiler, haklarını savunmak için omuz omuza yürür, birbirine inançla destek verirdi.
Bugün o ruhun yerinde sessizlik ve alışkanlık kaldı.
***
Sendika yöneticileri çoğu zaman aynı sözlerle başlıyor:
“Şuna izin vermeyiz, buna izin vermeyiz…”
Ancak sahneye bakıldığında yalnızca on, bilemedin on beş kişi görünüyor.
Kurul üyeleri bile alanlarda yer almıyor.
“Sendika başkanıyım” diyen kişi, eyleme tek başına geliyor.
Ardından “eylem yaptık” diyerek durumu başarı gibi sunuyor.
Oysa bu görüntü bir mücadele değil, bir tekrar döngüsüdür.
Her hafta aynı pankartlar, aynı megafonlar, aynı cümleler…
***
Bir zamanlar 1 Mayıs, Kocaeli’de büyük bir heyecandı.
Alanı dolduran işçilerle kürsüdeki ses bütünleşirdi.
Şimdi ise gelen birçok kişi “İyi ki geldim” diyemiyor.
Çünkü samimiyet yok.
Kürsüdeki sesle alanın duygusu birbirine ulaşmıyor.
Coşkunun yerini zorunluluk almış.
Artık o alanlarda bir bayram değil, görev gereği toplanmış kalabalıklar var.
***
Bugün neredeyse her sendikada birkaç “başkan” unvanı taşıyan kişi bulunuyor.
Ama hiçbiri gerçek bir lider gibi davranmıyor.
Kimse “neden bu hale geldik” diye sormuyor.
Çünkü rahatsız olan da yok.
Sendikacılık artık mücadele değil, konfor alanı haline geldi.
Bazı sendikalar için temsilcilik, hak arayışı değil, masa başı görevi gibi görülüyor.
***
Türkiye’nin sendikal tarihi büyük mücadelelerle doludur.
1960’larda DİSK’in doğuşu, 1970’lerdeki 15-16 Haziran Direnişi bu tarihin dönüm noktalarıdır.
O dönemlerde Kocaeli, işçi hareketinin merkezindeydi.
Lastik-İş, Petrol-İş, Kristal-İş, KESK, Birleşik Metal...
Binlerce işçiyi aynı idealde buluşturan güçlü örgütlerdi bunlar.
SEKA, TÜPRAŞ, Goodyear, Ford, Pirelli işçileri bu kentin belleğine kazınmıştı.
Bugünse emeğin sesi kısılmış, örgütlenme bilinci zayıflamış durumda.
***
Haftanın her günü yapılan on-on beş kişilik açıklamalar “eylem” diye sunuluyor.
Ne katılım var, ne heyecan.
İşçilerin yanında olmak yerine aynı cümleler tekrarlanıyor.
Kocaeli gibi sanayi potansiyeli yüksek bir kentte bu tablo, sendikal hareketin ne kadar sönmüş olduğunu açıkça gösteriyor.
***
Gerçek çözüm, yüksek perdeden konuşmak değil;
işyerlerinde emekçiye dokunmaktır.
Onların derdini dinlemek, yanında olmak, örgütlenmeyi büyütmektir.
Bir zamanlar bu kentte sendikacılığı onurla yapan insanlar vardı.
O kuşakların tecrübesi hâlâ yol gösterebilir.
Kocaeli’de sendikal hareketin yeniden güçlenmesi, geçmişle bağ kurmaktan geçiyor.
Çünkü Sabri Yalım Parkı’nda on dakikalık açıklamalarla bu işler yürümüyor.
***
Her hafta aynı yerde yapılan açıklamalar artık kimseye umut vermiyor.
Kitleleri harekete geçiremeyen bir sendika yalnızca tabela olarak var olur.
Bugün yüzlerce sendika var ama kaçı işçinin yanında duruyor?
Kaçı gerçekten emeğin hakkı için mücadele ediyor?
Sendikacılık artık bir uzlaşma alanı gibi görülüyor.
Oysa sendikanın asıl görevi, işçinin hakkını korumak ve adaletin yanında olmaktır.
***
Bir dönem SEKA işçileri bu kentin onuruydu.
Fabrikaların bacalarından yükselen duman, emeğin sembolüydü.
Bugün o bacalar sustu, işçilerin sesi azaldı.
Kocaeli hâlâ sanayi kenti ama örgütlü emeğin gücü yok.
Sendikal bilinç yeniden inşa edilmedikçe bu sessizlik sürecektir.
Çünkü Kocaeli susarsa, Türkiye’nin emek tarihi de susar.
***
Sendikacılık “mış gibi” yapılacak bir iş değildir.
Gerçek sendikacılık masa başında değil, sahada olur.
“Saha” kelimesinden kastım İzmit Sabri Yalım Parkı değil…
İşçinin derdini bilmeyen, hakkını savunamaz.
Bugün hâlâ inançla direnen, alın teriyle yaşayan emekçiler var.
Onların mücadelesi bu ülkenin vicdanını ayakta tutuyor.
Sendikalar artık aynaya bakmalı, samimi bir özeleştiriyle yola çıkmalıdır.
***
Artık sendikacılık sistemi, kamu memurluğuna dönüşmüş durumda.
Eskiden sendika başkanları belediyelerde, fabrikalarda yumruğunu masaya vururdu.
Bugün ise sus payını alan, gemisini limana yanaştıran, alargadan korkan bir sendikacılık anlayışı hâkim.
Benim deyimimle artık sendikalar “kamu”, sendikacılar da “kamu görevlisi” gibi.
İçlerinde hâlâ kitlesinin çıkarını düşünen dürüst insanlar elbette var, onları tenzih ederim.
Ama genel tablo değişmiyor: koltuğa oturan mücadeleyi unutuyor.
***
Bir dönem ben de bir sendikanın üyesiydim.
Faydası oldu mu derseniz, hayır…
Hiçbir hukuki sürecimde yanımda olmadılar, halimi sormadılar.
Oysa o yıllarda yöneticiler lüks otomobillerle gezer, en pahalı sigaraları içerdi.
O günden bugüne değişen tek şey daha fazla işveren güdümüne girilmesi.
Benim yaşadığım, sendikal yapının bugünkü hâlini özetliyor aslında.
Sendikacılığın ruhu kayboldu.
Ve bu ruh yeniden kazanılmadıkça, ne Kocaeli’de ne Türkiye’de emeğin sesi yükselebilir.
***
Bir hususa daha değinmek istiyorum.
Geçtiğimiz yıl İzmit’te sendikaların ve STK’ların oluşturduğu Kocaeli Emek ve Demokrasi Güçleri Platformu tarafından “Geçinemiyoruz” mitingi düzenlendi.
Ancak ironik olan şuydu: kürsüde geçinemeyenler değil, gayet iyi geçinenler vardı.
Mikrofon sırasına bakan emekçiler, sahnede hayatında pazar kuyruğuna girmemiş, maaşının yetmediğini hiç hissetmemiş bir kalabalık gördü.
Yani geçim derdini değil, siyasetin vitrinini temsil edenler kürsüdeydi…
“Geçinemiyoruz” denirken, aslında geçinenlerin sesini duyduk.
Eğer emek ve demokrasi adına bir miting yapılacaksa, o kürsüye market kuyruğunda bekleyen, ev kirasını ödeyemeyen, sabah işe aç giden insanlar çıkmalıydı.
Ama onlar yine seyirci kaldı.
Bu tarz mitinglerde geçinemeyenlere kürsüde söz verilirse daha bir isabetli olur.
Çünkü siyasetçiler zaten Meclis’te yeterince konuşuyor.
Her akşam markete-pazara-manava giden ve her gün değişen etiketi gören emekçiler mikrofonu eline almalıydı.
Eğer bir daha böyle bir miting yapılırsa en büyük dileğim emekçilere söz verilmesi.
Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.
Sağlıklı ve huzurlu günler dileği ile…